''Kötü bir yazarın iyi bir sözünü alıntılamaktan asla utanmayacağım.'' Seneca, Ruhun Dinginliği Üzerine, 11.8

Déjà vu


Biliyorum burayı,
İçinde tutsak kaldığım bu görüntü...
Daha önce bulunmuş gibi
Hep oradaydım sanki
Burada hiç değişmeden
Ve hep gördüm o ışığı,
Aynı yerde dönüp durarak
Hissediyorum bu anı
Daha önce bulunmuş gibi
Hangi karanlık çağın içinde
Nerede ve nasıl, kestiremiyorum.
Ama ilerleyen zaman içinde
Her şey nasıl kendini ilk sefer içinde çivilenmiş buluyorsa,
Öyle ilişti zihnime,
Şimdi; bir şekle bürünsün diye
Gözlerim düşüyor, zihnimin karanlık mahzenlerine...
O kapının önünden geçerken, hatırlıyorum; o kokuyu!
Ve uzaklardan hızla gelen şiddeti duyarak...
Uyanıyorum gözlerim kapanarak
Bu sessizlikle boğulmuş ovada...
Gece çoktan sofrasını sermiş arz'a...
Serin uzay manzarası bulanıyor ama!
Işık kandilleri başladı bile sallanmaya!
Toprak titriyor sanki
Üşümüş bir tohum gibi!
Hangi karanlık çağ bu?
Şimdi içinde, dalgalanıp kendimi bulduğum
Nereden ve nasıl?
Gelen bu atlılar!
Karanlığı yırtan keskin metalin soğukluğu!
Yaklaşan ve daha fazla yaklaşan
Gri bir bulut içinde hızlanarak
Boynu bir kıl gibi kesen
Ve açık giden göz içinde!
Son anı göz merceğine resmeden
Ve zaman içinde hep o anda kalarak
Karışıyor toprağa, daha derine
Esiyor rüzgâr ve yağmur
Baş tohum, gövde toprak.
Anımsıyorum bu anı...
Hiç değişmemiş aynı yerinde.
Derilmiş bir çiçek içinde
Aynı kapı önünde,
Aynı sevecen kokuyla koklarken hatıraları,
O çiçek içinde ararken
Daha keskin fark ediyorum
Nerede ve nasıl düştüğümü
O anı dikler iken içime
Ve yol kenarı bu şehirden ayrılırken
Dönüp duruyor zamanın çemberi,
Hep aynı anda takılarak...





Mahkeme-i Kübra

                               '' Evet, Mahkeme-i Kübra milleti uyarmakta çok işler görmüştür. Bakarsınız sekiz yaprak, ama her biri ateş parçası... Okurken size dehşet elverir. Düşünün, yüce peygamberimiz geliyor da Sultan Hamit'i Ayasofya Camisi'nde, milletin gözü önünde yargılıyor. Yıl, 1895. Bir cuma günü Ayasofya'nın içi dışı dolu... İnsan denizi çalkalanıyor ki uğultusu göğe vuruyor. Peygamberimiz dört halifesini arkasına almış, daha arkasında bütün yakınları camiye gelmiş. Ertuğrul Gazi'den Sultan Mahmut'a kadar bütün Osmanoğulları camideler. Peygamberimiz, günlerden cuma olduğu halde, öğle namazı kılınmamasını emrediyor. Çünkü Hamit'in padişahlığı da, halifeliğini de sakat saymakta... Halifelik sakatlanırsa cuma hutbesiz kalır. Meğer Abdülhamit'i getirmek için Yıldız'a zaptiyeler gönderilmiş. Pinti Hamit, arkasında hırsız vezirleri, kanlı paşaları, imansız hafiyeleri, nursuz cellatları ile Mahkeme-i Kübra'ya çekiliyor. Risalenin adı neden Mahkeme-i Kübra, şimdi anladınız mı? Bu yüce mahkemenin başyargıcı Peygamberimiz... Yavuz Sultan Selim gibi, Kanun Sultan Süleyman gibi, Dördüncü Murat gibi tarihe şan vermiş yiğit padişahların kimi davacı oluyor, kimi tanıklık ediyor. Sonunda Peygamberimiz, Hazreti Ömer'le Yavuz Sultan Selim'e dönüyor, 'Buna ne ceza verelim?' diye soruyor. İkisi birden 'Ölüm!' diyorlar. Hamit'le rezil uşakları, 'Bize acıyın!' diye çağrışmaya başlıyorlar. '' Nuh Bey gözlerini kuruladı. Sesi titriyordu. '' Belki yüz defa okudum, her seferinde işin burası geldi mi, çocuk gibi gözlerim yaşarır.'' 

      '' Öldürüyorlar mı?''

     '' Hayır! Peygamberimiz öyle bir herifin pis kanıyla elini hiç kirletir mi? 'Halifeliği, padişahlığı üstünden sıyırıp aldım,' diyor. 'Canını da bunca yıl inlettiği millet ister alsın ister bağışlasın.'

                  Kemal Tahir, Esir Şehrin Mahpusu, İstanbul, İthaki, s.240


Gizlilik

                     Gizli çalışmak namuslu vatanseverlerin işine yaradığı kadar, her çeşitten namussuzların da işine yarar. Bunu hiç aklından çıkarmamalı... Gizlilik, alçaklıkları, yalancılıkları, korkaklıkları, kahramanlıklardan daha kolay örtüyor. Gizli işlerde, olup bitenleri günü gününe izleyemeyeceğiniz için, namussuzlar, namusluları kolayca lekeleyebiliyorlar. Bu yüzden kaybınız katmerli oluyor.

                          Kemal Tahir, Esir Şehrin Mahpusu, İstanbul; İthaki, 2020, s.215

Ölüm

                           ''Ölüm hepimize gelir,'' dedi Aiel. ''Biz ancak geldiği zaman onunla nasıl yüzleşeceğimizi seçebiliriz. Sizi ona götüreyim.''

                        Robert Jordan, Yenidendoğan Ejder, Çev. Niran Elçi, İstanbul; İthaki, 2019, s.425

Ode to a Nightingale

                              
                                      I                                                                       

My heart aches, and a drowsy numbness pains                                                      
My sense, as though of hemlock I had drunk,                           
Or emptied some dull opiate to the drains
One minute past, and Lethe-wards had sunk: 
'Tis not through envy of thy happy lot,
But being too happy in thine happiness,—
That thou, light-winged Dryad of the trees
In some melodious plot
Of beechen green, and shadows numberless,
Singest of summer in full-throated ease.
                                    II
O, for a draught of vintage! that hath been
Cool'd a long age in the deep-delved earth,
Tasting of Flora and the country green,
Dance, and Provençal song, and sunburnt mirth!
O for a beaker full of the warm South,
Full of the true, the blushful Hippocrene,
With beaded bubbles winking at the brim,
And purple-stained mouth;
That I might drink, and leave the world unseen,
And with thee fade away into the forest dim:
                                   III
Fade far away, dissolve, and quite forget
What thou among the leaves hast never known,
The weariness, the fever, and the fret
Here, where men sit and hear each other groan;
Where palsy shakes a few, sad, last gray hairs,
Where youth grows pale, and spectre-thin, and dies;                                                 
Where but to think is to be full of sorrow
And leaden-eyed despairs,
Where Beauty cannot keep her lustrous eyes,
Or new Love pine at them beyond to-morrow.
                             IV 
Away! away! for I will fly to thee,
Not charioted by Bacchus and his pards,
But on the viewless wings of Poesy,
Though the dull brain perplexes and retards:
Already with thee! tender is the night,
And haply the Queen-Moon is on her throne,
Cluster'd around by all her starry Fays;
But here there is no light,
Save what from heaven is with the breezes blown
Through verdurous glooms and winding mossy ways.
                            V 
I cannot see what flowers are at my feet,
Nor what soft incense hangs upon the boughs,
But, in embalmed darkness, guess each sweet
Wherewith the seasonable month endows
The grass, the thicket, and the fruit-tree wild;
White hawthorn, and the pastoral eglantine;
Fast fading violets cover'd up in leaves;
And mid-May's eldest child,
The coming musk-rose, full of dewy wine,
The murmurous haunt of flies on summer eves.
                            VI 
Darkling I listen; and, for many a time
I have been half in love with easeful Death,
Call'd him soft names in many a mused rhyme,
To take into the air my quiet breath;
Now more than ever seems it rich to die,
To cease upon the midnight with no pain,
While thou art pouring forth thy soul abroad
In such an ecstasy!
Still wouldst thou sing, and I have ears in vain—
To thy high requiem become a sod.

                           VII 
Thou wast not born for death, immortal Bird!
No hungry generations tread thee down;
The voice I hear this passing night was heard
In ancient days by emperor and clown:
Perhaps the self-same song that found a path
Through the sad heart of Ruth, when, sick for home,
She stood in tears amid the alien corn;
The same that oft-times hath
Charm'd magic casements, opening on the foam
Of perilous seas, in faery lands forlorn.
                           VIII 
Forlorn! the very word is like a bell
To toll me back from thee to my sole self!
Adieu! the fancy cannot cheat so well
As she is fam'd to do, deceiving elf.
Adieu! adieu! thy plaintive anthem fades
Past the near meadows, over the still stream,
Up the hill-side; and now 'tis buried deep
In the next valley-glades:
Was it a vision, or a waking dream?
Fled is that music:—Do I wake or sleep?

                                            The Poetical Works, John Keats, London, Frederick Warne and Co. And New York. s.263

Wanderer on the Mountaintop (1818)


                                                 Wanderer on the Mountaintop (1818) - Carl Gustav Carus 


Carl Gustav Carus, Leipzig'de doğmuş, Romantik dönemde çeşitli roller oynamış bir Alman fizyolog ve ressamdı. Yazar Johann Wolfgang von Goethe'nin bir arkadaşı, çok yönlü bir adamdı: bir doktor, bir doğa bilimci, bir bilim adamı, bir psikolog ve Caspar David Friedrich'in altında çalışan bir manzara ressamı. 1811'de tıp doktoru ve felsefe doktoru olarak mezun oldu. 1814'te Dresden'deki tıp ve cerrahi öğretim kurumunda kadın doğum profesörü ve doğum kliniğinin yöneticisi olarak atandı. Sanat teorisi üzerine yazdı. 1814'ten 1817'ye kadar, bir Dresden manzara ressamı olan Caspar David Friedrich'in yanında çalışarak kendi kendine yağlı boya resim yapmayı öğrendi. Daha sonra Oeser çizim akademisinde Julius Schnorr von Carolsfeld altında çalıştı. Saksonya Kralı II. Frederick Augustus 1844'te gayri resmi bir Britanya turu yaptığında, Carus kişisel doktoru olarak ona eşlik etti. Bu bir devlet ziyareti değildi, ancak Kral, Carus ile birlikte Windsor Kalesi'nde Kraliçe Victoria ve Prens Albert'in konuğuydu ve Carus, Londra'daki birçok turistik yeri ve üniversite şehirleri Oxford ve Cambridge'i ziyaret edebildi ve  bilimsel keşifler alanında aktif diğer insanlarla tanışabildi. İngiltere, Galler ve İskoçya'da geniş çapta gezdiler ve daha sonra Carus,  The King of Saxony's Journey via England and Scotland, 1844'ü yayınladı. Bilim adamları tarafından en çok, Darwin'in evrim teorisinin gelişiminde çığır açan bir fikir olan omurgalı arketip kavramını ortaya çıkardığı için bilinir. 1836'da İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi'ne yabancı üye seçildi. Carus ayrıca Psyche (1846) ile de tanınır. Amacı, "Erdlebenbildkunst" (dünya yaşamının resim sanatı) olarak adlandırdığı, jeolojik olayların iç işleyişinin görselleştirilmesi olan bir manzara resmi teorisi geliştirdi. Carus, Dresden'de öldü. Şehir merkezinin doğusundaki Trinitatis-Friedhof'a (Trinitatis Mezarlığı) gömüldü. Mezar güneybatı kesimde, güney duvarına dayalıdır.

A Capriccio With The Pyramid Of Cestius And Travellers In An Italianate Landscape

                      A Capriccio With The Pyramid Of Cestius And Travellers In An Italianate Landscape - Hubert Robert*

Hubert Robert, Romantizm okulunda bir Fransız ressamdı ve özellikle manzara resimleri ve kaprisleri ya da İtalya ve Fransa'daki kalıntıların yarı hayali pitoresk tasvirleriyle dikkat çekti. Hubert Robert, 1733'te Paris'te doğdu. Babası Nicolas Robert, Lorraine'den önde gelen bir diplomat olan Marki de Stainville olan François-Joseph de Choiseul'un hizmetindeydi. Genç Robert, 1751'de Collège de Navarre'daki Cizvitlerle olan çalışmalarını bitirdi ve kendisine tasarım ve perspektif öğreten, ancak onu resme yönelmeye teşvik eden heykeltıraş Michel-Ange Slodtz'un atölyesine girdi. 1754'te, Fransız büyükelçisi olarak atanan ve 1758'de Louis XV'in Dışişleri Bakanı olacak olan babasının işvereninin oğlu Étienne-François de Choiseul'un treniyle Roma'ya gitti. Roma'da tam on bir yıl, dikkate değer bir süre geçirdi; genç sanatçının Roma'daki Fransız Akademisi'ndeki resmi ikametgahı tükendikten sonra, Robert'i Nisan 1760'ta Pompeii harabelerini ziyaret etmesi için Napoli'ye götüren başrahip de Saint-Non gibi ziyaret bilenler için ürettiği eserlerle geçimini sağladı. Bâtiments du Roi'nin müdürü Marquis de Marigny, Fransız Akademisi müdürü Natoire ile mektuplaşarak gelişimini yakından takip etti ve doğada açık havada çizmeye çağırdı: Robert'ın zorlamaya ihtiyacı yoktu; eskiz defterlerindeki çizimler seyahatlerini belgeliyor: Villa d'Este, Caprarola. Antik Roma'nın harabeleri ile zamanının yaşamı arasındaki karşıtlık, onun en büyük ilgisini çekmişti. Bir süre, etkisi Vue imaginaire de la galerie du Louvre en yıkıntıda (illüstrasyon) görülebilen Pannini'nin stüdyosunda çalıştı. Robert, zamanını, romantik bir şekilde büyümüş harabelerin kaprisleri onu o kadar etkilemiş ki, Robert des harabeleri takma adını alan Piranesi çevresinde genç sanatçılarla birlikte geçirdi. Roma'da topladığı eskiz ve çizim albümleri ona kariyeri boyunca resimlerinde kullandığı motifleri sağladı. 1765'te Paris'e dönüşündeki başarısı hızlıydı: Ertesi yıl, Académie royale de penture et de heykel tarafından, bir Roma capriccio, Roma Limanı, farklı Mimari, Antik ve Modern Anıtlarla süslenmiş olarak kabul edildi. Robert'in 1767'de Salon'daki on üç resim ve bir dizi çizimden oluşan ilk sergisi, Denis Diderot'u yazmaya sevk etti: "İçimde yıkıntıların uyandırdığı fikirler büyük." Robert daha sonra 1802'ye kadar her Salon'da çalışmalarını gösterdi. Ardışık olarak "Kralın Bahçelerinin Tasarımcısı", "Kralın Resimlerinin Koruyucusu" ve "Müzenin Koruyucusu ve Akademi Danışmanı" olarak atandı. Robert, Ekim 1793'te Fransız Devrimi sırasında tutuklandı. Sainte-Pélagie ve Saint-Lazare'de tutulduğu on ay boyunca pek çok çizim yaptı, en az 53 tuval yaptı ve levhalara hapishane yaşamının sayısız vinyetini çizdi. Robespierre'in düşüşünden bir hafta sonra serbest bırakıldı. Robert giyotinden kıl payı kurtuldu, yanlışlıkla onun yerine benzer bir ada sahip başka bir mahkum giyotinle öldürüldü. Daha sonra, Palais du Louvre'daki yeni ulusal müzeden sorumlu beş kişilik komiteye yerleştirildi. Devrim ayrıca Robert'ın bazı çalışmalarının yok olmasına neden oldu. Robert, Versailles Sarayı'ndaki Gabriel merdiveninin bulunduğu yeni kanattaki küçük bir tiyatronun dekorasyonlarını tasarlamıştı. Yaklaşık 500 kişilik olarak tasarlanan bu tiyatro 1785 yazından inşa edilmiş ve 1786 başlarında açılmıştır. Çok eski ve çok küçük olan ancak yıkılan Princes Court Tiyatrosu'nun yerine sıradan bir mahkeme tiyatrosu olarak hizmet etmesi amaçlanmıştır. Louis Philippe döneminde. Robert'ın tasarımının sulu boyası Paris'teki Ulusal Arşivlerdedir. Robert, 15 Nisan 1808'de felç geçirerek öldü. 
 

View Of The Bay Of Naples

 

      View Of The Bay Of Naples (From The South (Possibly Poggioreale), Looking North With A King Of The Bourbon Family, Possibly Ferdinand Iv, In The Foreground)  - Antonio Joli* 

* Antonio Francesco Lodovico Joli, vedute ve capricci'nin İtalyan ressamıydı. Modena'da doğdu, önce Rafaello Rinaldi'ye çıraklık yaptı. Daha sonra Roma'da Giovanni Paolo Panini altında ve Galli da Bibbiena sahne ressamları ailesinin stüdyolarında çalıştı. Modena ve Perugia'da sahne dekorları ressamı oldu. 1732'de Venedik'e taşındı ve Grimani ailesinden Teatro di San Giovanni Grisostomo ve Teatro San Samuele'de opera prodüksiyonları için sahne ressamı olarak çalıştı. 1742'de Dresden'e, ardından Londra'ya (1744–48) ve Madrid'e (1750–54) gitti. Londra'da, o zamanlar Haymarket'teki King's Theatre'ın yönetmeni olan John James Heidegger'in Richmond malikanesini dekore etti. Joli 1754'te Venedik'e döndü ve burada Accademia di Belle Arti di Venezia'nın 36 kurucu üyesinden biri oldu. 1761'de Napoli'nin Bourbon sarayına taşındı ve 29 Nisan 1777'de orada öldü.

Küçük Şeyler



       ''Bilemem,'' diye iç geçirdi Fizban. ''Sorun şu, şimdi ne yapacağız?''

          ''Bilmiyorum,'' dedi Tas perişan bir halde. ''Düşünmesi gereken ben olmamalıydım. Ben eğlence olsun diye katılmıştım bu yolculuğa. Tanis'i veya diğerlerini uyaramayız, çünkü nerede olduklarını bilmiyoruz. Ve etrafta dolaşıp onları aramaya başlarsak, yakalanıp işleri daha da berbat bir hale sokabiliriz!'' Elini çenesine koydu. ''Biliyor musun,'' dedi olağandışı bir ciddiyetle, ''bir keresinde babama kenderlerin neden küçük olduklarını, neden bizim insanlar ve elfler gibi büyük olmadığımızı sormuştum. Gerçekten hep büyük olmak istemişimdir,'' dedi yavaşça ve bir an için sessizleşti.

       ''Baban ne demişti?'' diye sordu Fizban kibarca.

''Kenderlerin, küçük şeyleri başarabilmek için küçük yaratıldıklarını söylerdi. 'Eğer dünyadaki büyük  şeylere yakından bakacak olursan' demişti, 'bunların bir araya gelmiş ufak şeylerden oluştuğunu görürsün.' O aşağıdaki koca ejderha, kan damlalarından başka bir şey değildir belki de. Ve bütün farkı yaratan da küçük değişikliklerdir.''

       Margaret Weis & Tracy Hickman, Güz Alacakaranlığ Ejderhaları (Ejderha Mızrağı Destan I. Kitap), Çev. Çiğdem Erkal İpek, İstanbul; İthaki, 2018. s.443